ROMA DÖNEMİNDEN KALMA OLUK KÖPRÜ HALEN AYAKTA

ISPARTA 01.08.2022 - 16:41, Güncelleme: 01.08.2022 - 16:41
 

ROMA DÖNEMİNDEN KALMA OLUK KÖPRÜ HALEN AYAKTA

Köprüler de tıpkı insanlar ve kentler gibi ait oldukları coğrafyanın öyküsünü taşır, kimliğini yansıtır. Köprüçay’ın üzerinde kimi zaman dönemin egemenlerinin, kimi zaman da yerli halkların inşa ettiği köprüler bize dünden bugüne pek çok öykü anlatıyor. Coğrafyanın üretimi, üretimin kültürü ve inancı belirlediği zaman çizgisinde sıradan ve sivil yaşamın gündelik öyküsünü barındıran dal köprülerde en az Roma’nın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın taş köprüleri kadar geçmişin anısına saygıyı hak ediyor. Çünkü bu coğrafyada binlerce yıldır kurulup yıkılan imparatorluklar, o dal köprüleri inşa eden ellerin ve yüreklerin üzerinde yükseldi ve düştü...
Isparta-Yukarı Köprüçay Havzası’nın koyunundan akan Ayvalı Çayının üstünde eski bir dal köprü… Ayvalı Çayı, Isparta Dedegöl Dağının koynundan doğup, bünyesine irili ufaklı pek çok dereyi de katarak binlerce yılda oluşturduğu derin kanyonların arasından geçer. Yakın zaman öncesine kadar iki yakasını kartalların, kızıl akbabaların beklediği, uçurumlarında yabani dağ keçilerinin hüküm sürdüğü Kasımlar Kanyonunu geçerken ‘Köprüçay’ adını alan nehir, yine büyüklü küçüklü dal köprülerin altından akarak Antalya sınırlarına girer. ROMA DÖNEMİNDEN KALMA OLUK KÖPRÜ HALEN AYAKTA Değirmenözü ve Çaltepe köylerinden geçerken iki yakasındaki arazilere yaşam veren nehre adını veren köprü, bugün Köprülü Kanyon Milli Parkı’na da adını veren Roma döneminden kalma ünlü Oluk Köprüdür. Antik çağda Pisidya olarak anılan bu bölgenin önemli kentlerinden biri olan konglomera kayalıklarıyla çevrelenmiş, dağların koynundaki Selge’ye ulaşımı sağlamak yapılan köprülerden biri olan Oluk Köprü bugün halen ayaktadır. Yaklaşık 2 bin yıldır Köprüçay’a sırdaşlık eden Oluk köprünün altından gök mavisi rengiyle akıp giden nehir, Antalya’nın Serik ve Manavgat ilçelerinin sınırlarını çizerek, ünlü Aspendos kentinin kıyısından, bir başka tarihi köprüyü de selamlayarak geçip Akdeniz’e karışır… GEÇMİŞİN SİVİL MİRASI NEDEN GÜNÜMÜZE ULAŞMIYOR Nehirler coğrafyanın hafızalarıdır. Sadece su kaynağı oldukları için değil, aynı zamanda yarattıkları yaşam ve üretim olanaklarıyla binlerce yıldır inançtan kültüre tarihin akışını belirledikleri için de önemlidirler. Anadolu’nun bütün ulu nehirleri gibi Köprüçay’ın bu tanrısallık atfedilen köklü geçmişinin yanında bir de bugüne fazla ulaşmamış, yazıtları, heykelleri, görkemli anıtsal yapıları bulunmayan ‘sivil mirası’ vardır. KÖPRÜÇAY’IN SİVİL MİRASININ BİR PARÇASI OLARAK DALKÖPRÜLER Yazının başında sözünü ettiğimiz ‘Dal köprü’, bu sivil mirasın sadece bir parçası. Luwilerden Hititlere, Seleukoslardan Roma’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya sürüp gelen binlerce yıllık kültürel gelenek, kırsal coğrafyada kentlere göre çok daha yavaş değişir. Torosların zorlu ve sarp vadilerinin içinden akan nehirler tıpkı Köprüçay gibi coğrafyayı dantel dantel şekillendirir. Zaman, suyun sabırla taşa galip gelişine tanıklık eder ve vadilerin koynunda yaşayan halklar hemen her dönemde devletten, egemenlerden pek de bir şey beklemeden bu zorlu nehir yataklarının üzerine basit köprüler yaparak varlıklarını sürdürdüler. Tarihin her döneminde egemenlerin yaptırdığı köprülerin, mabetlerin, kamusal yapıların birer kitabesi oldu ve geleceğe not düşüldü. Oysa Dal köprüler tıpkı dilden dile, kulaktan kulağa söylenip anlatılarak aktarılan masallar gibi sıradan insanların ellerinde hayat bularak anonimleşti. Bu basit yapıları naif ve etkileyici kılan da bu özellikleri; hem herkesin, hem de hiç kimsenin. PLANINI VE PROJESİNİ COĞRAFYANIN BELİRLEDİĞİ KÖPRÜLER Nehrin ve topografyanın en uygun yerine karşılıklı iki duvar örülmesiyle başlar dal köprünün öyküsü. Eğer mesafe uzunsa bir duvar da nehrin ortasına örülür ve üzerine iki kuru ağaç gövdesinin boylu boyunca yerleştirilmesiyle sürer bu basit ve en eski inşa yöntemi. Ağaç kirişler sabitlendikten sonra artık sıra aralarını dallarla doldurmaya gelmiştir. Bulunduğu bölgede ne varsa, meşe, çam, gürgen, ardıç, çınar gibi ağaçların kalın dalları ya da biçilmiş tahtalarıyla döşenen köprünün tabanındaki boşluklar da daha küçük parçalarla doldurulur. En sonunda iki yanına korkuluklar yerleştirilen köprü artık nehrin iki yanındaki patikayı birbirine bağlamaya ve üzerinden insanları, keçileri, sığırları, yük taşıyan eşek ve katırları, hatta gece vakitleri tilkiyi-kurdu geçirmeye hazırdır. BİNLERCE YILDIR DALKÖPRÜLERDEN GEÇİP SONSUZA GİTTİLER Havzanın kuzeyinde binlerce yıldır çok az değişikliğe uğrayarak akıp giden bir yaşam sürerken burada köprüden geçmenin anlamı hayatta kalmaktı. Dal köprüden geçip buğday ekmeye tarlaya, karşı yamaçtaki elma ya da armut ağacına, yayladaki keçiye, kuzuya gittiler. Dal köprülerden geçip gurbete, vatan borcunu ödemeye askere gittiler. Dal köprülerden geçip çoğu zaman savaşa gittiler ve bir daha dönmeyenleri çok oldu. Dal köprülerden geçip hükümet nikâhı kıydırmaya, yeni doğan oğlanı-kızı deftere ‘yazdırmaya’ gittiler. Kırkta bir vukuat çıktığında, pek de çıkmazdı ya; mahkemeye gittikleri de oldu. YIKILDIKÇA YENİDEN YAPILAN BİR KÜLTÜR MİRASI Havzanın bu kesiminde yaşamak için köprüden geçiliyordu ve dal köprüler, toprağı dinlendirerek ikili bir üretim biçimini sürdüren bu insanları kuşaktan kuşağa birbirine bağlıyordu. Sel inip bozduğunda, fırtına yıktığında, zaman yıprattığında el birliği ile onarılıyor ve köprünün iki yakasındaki patikalarda aynı ayak izlerinin üzerine yenileri eklenerek yaşam sonsuza doğru akıp gidiyordu. DAL KÖPRÜLERİ YAPANLAR TAŞ KÖPRÜLERİ YAPANLARA DİRENDİLER Bağımsızlığın kimi zaman ekmekten, sudan çok daha değerli olduğu bilen bu zorlu coğrafyanın insanlarının sahip oldukları özgürlüklerinin ellerinden gittiği dönemler, her dönemin egemenlerinin yaptığı yollar ve köprülerin inşa edildiği dönemler olmuştu. Anadolu’yu işgal eden Roma’nın garnizonlarını birbirine bağlayan eski taş döşeli yollardan karınca sürüleri gibi Torosların saklı vadilerine yürüyen ordular yerli halkların hem direnciyle karşılaşıyor, hem de onlara karşı acımasız kıyımlar yapıyordu. Bu vadilerde dal köprüleri yapan eller, taş köprüleri yapan imparatorların ordularına direndiler. AYAKLAR ÇEKİLDİKÇE KÖPRÜLER DE ZAMANA YENİLİYOR Roma’nın kentleri birbirine bağlayıp daha kolay kontrol etmek ve ticaret, sömürü mallarını taşımak, devletin posta sistemini işletmek ama en önemlisi de kalabalık ordularını sorunsuz hareket ettirmek için inşa ettiği yollar ve taş köprülerin görkemine karşın kimileri bugün yıkılıp gitti. Ancak yerel halkın yaptığı basit ama işlevsel dal köprüler imeceyle sürekli yenilenip onarılarak yakın zamana kadar varlığını sürdürdü. Ancak ayakta kalabilen tek tük dal köprülerin üzerine basan ayaklar çekildikçe yenilenmiyor, onarım görmüyor ve doğadan ödünç alınan tüm malzemeleri geldiği yere karışıp gidiyor. Köprüçay gibi Anadolu’nun birçok nehir havzasında binlerce derede, binlerce dal köprü vardı. Bunların çok azı günümüze ulaşabildi. Ayakta kalanlar da ha yıkıldı ha yıkılacak şekilde direniyorlar. Bir kısmı da demir-beton köprüler yapılmak için devlet eliyle yıkıldı. YOK OLUP GİDEN SADECE HAFIZA DEĞİL Bu aslında çok büyük bir hafıza kaybı anlamına da geliyor. Neolitikten günümüze sürekliliği olan bir yaşam pratiğinin, içinde bulunduğumuz zaman dilimi içinde herhangi bir koruma ve yaşatma refleksiyle değerlendirilmemesi sadece eskinin hatırasına bir sadakatsizlikle açıklanamayacak kadar büyük bir kayıp. YUSUF YAVUZ
Köprüler de tıpkı insanlar ve kentler gibi ait oldukları coğrafyanın öyküsünü taşır, kimliğini yansıtır. Köprüçay’ın üzerinde kimi zaman dönemin egemenlerinin, kimi zaman da yerli halkların inşa ettiği köprüler bize dünden bugüne pek çok öykü anlatıyor. Coğrafyanın üretimi, üretimin kültürü ve inancı belirlediği zaman çizgisinde sıradan ve sivil yaşamın gündelik öyküsünü barındıran dal köprülerde en az Roma’nın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın taş köprüleri kadar geçmişin anısına saygıyı hak ediyor. Çünkü bu coğrafyada binlerce yıldır kurulup yıkılan imparatorluklar, o dal köprüleri inşa eden ellerin ve yüreklerin üzerinde yükseldi ve düştü...

Isparta-Yukarı Köprüçay Havzası’nın koyunundan akan Ayvalı Çayının üstünde eski bir dal köprü… Ayvalı Çayı, Isparta Dedegöl Dağının koynundan doğup, bünyesine irili ufaklı pek çok dereyi de katarak binlerce yılda oluşturduğu derin kanyonların arasından geçer. Yakın zaman öncesine kadar iki yakasını kartalların, kızıl akbabaların beklediği, uçurumlarında yabani dağ keçilerinin hüküm sürdüğü Kasımlar Kanyonunu geçerken ‘Köprüçay’ adını alan nehir, yine büyüklü küçüklü dal köprülerin altından akarak Antalya sınırlarına girer.

ROMA DÖNEMİNDEN KALMA OLUK KÖPRÜ HALEN AYAKTA

Değirmenözü ve Çaltepe köylerinden geçerken iki yakasındaki arazilere yaşam veren nehre adını veren köprü, bugün Köprülü Kanyon Milli Parkı’na da adını veren Roma döneminden kalma ünlü Oluk Köprüdür. Antik çağda Pisidya olarak anılan bu bölgenin önemli kentlerinden biri olan konglomera kayalıklarıyla çevrelenmiş, dağların koynundaki Selge’ye ulaşımı sağlamak yapılan köprülerden biri olan Oluk Köprü bugün halen ayaktadır. Yaklaşık 2 bin yıldır Köprüçay’a sırdaşlık eden Oluk köprünün altından gök mavisi rengiyle akıp giden nehir, Antalya’nın Serik ve Manavgat ilçelerinin sınırlarını çizerek, ünlü Aspendos kentinin kıyısından, bir başka tarihi köprüyü de selamlayarak geçip Akdeniz’e karışır…

GEÇMİŞİN SİVİL MİRASI NEDEN GÜNÜMÜZE ULAŞMIYOR

Nehirler coğrafyanın hafızalarıdır. Sadece su kaynağı oldukları için değil, aynı zamanda yarattıkları yaşam ve üretim olanaklarıyla binlerce yıldır inançtan kültüre tarihin akışını belirledikleri için de önemlidirler. Anadolu’nun bütün ulu nehirleri gibi Köprüçay’ın bu tanrısallık atfedilen köklü geçmişinin yanında bir de bugüne fazla ulaşmamış, yazıtları, heykelleri, görkemli anıtsal yapıları bulunmayan ‘sivil mirası’ vardır.

KÖPRÜÇAY’IN SİVİL MİRASININ BİR PARÇASI OLARAK DALKÖPRÜLER

Yazının başında sözünü ettiğimiz ‘Dal köprü’, bu sivil mirasın sadece bir parçası. Luwilerden Hititlere, Seleukoslardan Roma’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya sürüp gelen binlerce yıllık kültürel gelenek, kırsal coğrafyada kentlere göre çok daha yavaş değişir. Torosların zorlu ve sarp vadilerinin içinden akan nehirler tıpkı Köprüçay gibi coğrafyayı dantel dantel şekillendirir. Zaman, suyun sabırla taşa galip gelişine tanıklık eder ve vadilerin koynunda yaşayan halklar hemen her dönemde devletten, egemenlerden pek de bir şey beklemeden bu zorlu nehir yataklarının üzerine basit köprüler yaparak varlıklarını sürdürdüler. Tarihin her döneminde egemenlerin yaptırdığı köprülerin, mabetlerin, kamusal yapıların birer kitabesi oldu ve geleceğe not düşüldü. Oysa Dal köprüler tıpkı dilden dile, kulaktan kulağa söylenip anlatılarak aktarılan masallar gibi sıradan insanların ellerinde hayat bularak anonimleşti. Bu basit yapıları naif ve etkileyici kılan da bu özellikleri; hem herkesin, hem de hiç kimsenin.

PLANINI VE PROJESİNİ COĞRAFYANIN BELİRLEDİĞİ KÖPRÜLER

Nehrin ve topografyanın en uygun yerine karşılıklı iki duvar örülmesiyle başlar dal köprünün öyküsü. Eğer mesafe uzunsa bir duvar da nehrin ortasına örülür ve üzerine iki kuru ağaç gövdesinin boylu boyunca yerleştirilmesiyle sürer bu basit ve en eski inşa yöntemi. Ağaç kirişler sabitlendikten sonra artık sıra aralarını dallarla doldurmaya gelmiştir. Bulunduğu bölgede ne varsa, meşe, çam, gürgen, ardıç, çınar gibi ağaçların kalın dalları ya da biçilmiş tahtalarıyla döşenen köprünün tabanındaki boşluklar da daha küçük parçalarla doldurulur. En sonunda iki yanına korkuluklar yerleştirilen köprü artık nehrin iki yanındaki patikayı birbirine bağlamaya ve üzerinden insanları, keçileri, sığırları, yük taşıyan eşek ve katırları, hatta gece vakitleri tilkiyi-kurdu geçirmeye hazırdır.

BİNLERCE YILDIR DALKÖPRÜLERDEN GEÇİP SONSUZA GİTTİLER

Havzanın kuzeyinde binlerce yıldır çok az değişikliğe uğrayarak akıp giden bir yaşam sürerken burada köprüden geçmenin anlamı hayatta kalmaktı. Dal köprüden geçip buğday ekmeye tarlaya, karşı yamaçtaki elma ya da armut ağacına, yayladaki keçiye, kuzuya gittiler. Dal köprülerden geçip gurbete, vatan borcunu ödemeye askere gittiler. Dal köprülerden geçip çoğu zaman savaşa gittiler ve bir daha dönmeyenleri çok oldu. Dal köprülerden geçip hükümet nikâhı kıydırmaya, yeni doğan oğlanı-kızı deftere ‘yazdırmaya’ gittiler. Kırkta bir vukuat çıktığında, pek de çıkmazdı ya; mahkemeye gittikleri de oldu.

YIKILDIKÇA YENİDEN YAPILAN BİR KÜLTÜR MİRASI

Havzanın bu kesiminde yaşamak için köprüden geçiliyordu ve dal köprüler, toprağı dinlendirerek ikili bir üretim biçimini sürdüren bu insanları kuşaktan kuşağa birbirine bağlıyordu. Sel inip bozduğunda, fırtına yıktığında, zaman yıprattığında el birliği ile onarılıyor ve köprünün iki yakasındaki patikalarda aynı ayak izlerinin üzerine yenileri eklenerek yaşam sonsuza doğru akıp gidiyordu.

DAL KÖPRÜLERİ YAPANLAR TAŞ KÖPRÜLERİ YAPANLARA DİRENDİLER

Bağımsızlığın kimi zaman ekmekten, sudan çok daha değerli olduğu bilen bu zorlu coğrafyanın insanlarının sahip oldukları özgürlüklerinin ellerinden gittiği dönemler, her dönemin egemenlerinin yaptığı yollar ve köprülerin inşa edildiği dönemler olmuştu. Anadolu’yu işgal eden Roma’nın garnizonlarını birbirine bağlayan eski taş döşeli yollardan karınca sürüleri gibi Torosların saklı vadilerine yürüyen ordular yerli halkların hem direnciyle karşılaşıyor, hem de onlara karşı acımasız kıyımlar yapıyordu. Bu vadilerde dal köprüleri yapan eller, taş köprüleri yapan imparatorların ordularına direndiler.

AYAKLAR ÇEKİLDİKÇE KÖPRÜLER DE ZAMANA YENİLİYOR

Roma’nın kentleri birbirine bağlayıp daha kolay kontrol etmek ve ticaret, sömürü mallarını taşımak, devletin posta sistemini işletmek ama en önemlisi de kalabalık ordularını sorunsuz hareket ettirmek için inşa ettiği yollar ve taş köprülerin görkemine karşın kimileri bugün yıkılıp gitti. Ancak yerel halkın yaptığı basit ama işlevsel dal köprüler imeceyle sürekli yenilenip onarılarak yakın zamana kadar varlığını sürdürdü. Ancak ayakta kalabilen tek tük dal köprülerin üzerine basan ayaklar çekildikçe yenilenmiyor, onarım görmüyor ve doğadan ödünç alınan tüm malzemeleri geldiği yere karışıp gidiyor. Köprüçay gibi Anadolu’nun birçok nehir havzasında binlerce derede, binlerce dal köprü vardı. Bunların çok azı günümüze ulaşabildi. Ayakta kalanlar da ha yıkıldı ha yıkılacak şekilde direniyorlar. Bir kısmı da demir-beton köprüler yapılmak için devlet eliyle yıkıldı.

YOK OLUP GİDEN SADECE HAFIZA DEĞİL

Bu aslında çok büyük bir hafıza kaybı anlamına da geliyor. Neolitikten günümüze sürekliliği olan bir yaşam pratiğinin, içinde bulunduğumuz zaman dilimi içinde herhangi bir koruma ve yaşatma refleksiyle değerlendirilmemesi sadece eskinin hatırasına bir sadakatsizlikle açıklanamayacak kadar büyük bir kayıp.

YUSUF YAVUZ

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ispartamanset.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.